Bugüne kadar birçok doğum, birçok kayıp ve birçokta hayata tutunma sahnesine şahit oldum. Bunları yazamadım tabi ki. Ama ilk defa ölümle ilgili bir yazı yazmaya karar verdim.
Her ölüm erken ölümdür ama bazı istisnalar var ki… Vaktinden çok önce kaybettiklerimiz. Ben de çok sevdiğimi çok erken kaybettim. İlk başlarda ne tepki vereceğimi bilemedim biri beni dondurmuştu sanki… Ölümünden bir ay sonra rüyama girdi, benimle uzun uzun konuştu. İşte o zaman tamamen kabullenmiştim artık olmayacağını. O günlerde kalıcı olarak insan olmaktan vazgeçtim, biçim kaybettim, ten rengimden vazgeçtim. Güzel şeyler olduğunda gülmemek için mideme kramplar girene kadar kendimi tuttum. Mutsuzluklar seçtim, suratıma, kalbime, beynime. Sonra kendime geldim, mecbursun kendime içinde olmadığın bir yaşam tasarlamaya. İçinde gülüşlerinin olmadığı, esprilerinin yer almadığı, terleyen avuç içlerini unutmak zorunda kaldığım bir hayat… Ölüm diyebilirsiniz buna. Ya da frekansı çekmeyen bir radyo yahut karıncalı bir televizyon. Ne ağlamak geri getirdi, ne de hayatı zindan etmek. İnsanın içi ölürken canı çok yanıyormuş. Bir mezar taşıyla teselli bulmak, kandillerde ruhuna değsin diye binbir türlü şeyler hazırlamak… Ruhu sabırla terbiye etmek. Ne çok öğretti. Hayat güçlü olmayı keşke böyle öğretmeseydi… Yani diyeceğim şu ki hala imkanımız varsa gidip sarılalım, o konuşma yarım kaldıysa mutlaka tamamlayalım, seviyorsak hiç beklemeyelim, çünkü biliyoruz… Her şey fani.
İREM SARIKAYA