Mayıs Esintileri…

Paylaş

Mayıs ayını yaşıyoruz… Çocukken en çok sevdiğim aydı. Yaz sıcağının hissedilmeye başlandığı, tatilin soluğunun ensemizde hissedildiği , heryerin çiçeklerle bezendiği en güzel aydı Mayıs, ne çok severdim… Roma tanrıçası olan Maia’ya ithafen bu adı aldığını okumuştum. Doğurganlık simgesi, iyi ve sadece kadınların ulaşabildiği tanrıça… dünyaya armağanı güzel meyveler, erguvan ve daha güzel benzeri  çiçekler… Atlas’ın kızı olan Maia Hermes’in de annesiymiş. Yunan kaynaklarından Roma’ya geçen bu tanrıça onurun, saygınlığın, ululuğun ve azametin de simgesi aynı zamanda. Dil bilimciler ise mayısı “majör” yani “başlıca, büyükçe” kelimesi ile de bağdaştırıyor. Olabilir, ama yazmadan edemeyeceğim bir şey de var ki bu isim verme konusunda sakın irkilmeyin; neden taze sığır gübresine de böyle deriz, onu da hiç bilmiyorum. Neyse, vardır bir sebebi herhal…

Hani şu zamanın içinden geçerken uğramak zorunda olduğumuz duraklar vardır ya, işte onlardan bazıları bu ayı iyi duygularla hissetmemi engelleyen olaylarla yüklüydü. O durakları geçip devam ediyoruz ama hiçbir şeyi tamamen silmek mümkün değil. Bunun nedeni o duraklara benzeyenler  değil  de başka durakların bizi bekliyor olması, ileri metrelerde . Tekrar dönüp düzeltme şansımız yok olan biteni. Çünkü “ölüm” diye bir olgu var ki karşısında yapacak hiç bir şeyimiz yok , ama hiç!

Mayıs ayında kaybettiğimiz sanatçıları düşünüyorum; öyle çok ki sevdiklerim. Hangi birini söylesem… Leonardo da vinci, Tito, Gauguin, Bob Marley, W. Hugo, İbsen, Rita Hayworth, Saroyan, Voltaire, Haydn… Ya kendi değerlerimiz; Şair Eşref, Çiğdem Talu, Haldun Taner, Leyla Gencer, Nurullah Ataç, Behiye Aksoy, Sevim Tanürek ve hepsinden gayrı ,canım Edip Cansever… Ne yalan söyleyim, gün ve yıl olarak yalnızca onunkini bilirim. 28 Mayıs 1986… Hepsinin ruhu şad olsun, sanatları yaşasın.

Mayıslardaki ilk kötü durağım ilk gençlik daha doğrusu çocukluktan gençliğe geçtiğim yıllarda oldu… O durakta bir sabah duyduğum şeyle Hıdrellez sevincimi yitirdim. Ne baharın-, ne yazın ne dileğin çok önemi kalmadı… O gün bugündür hep hazin bir geceden sabaha geçiş olur bende, her şeye rağmen gül dibinde dilek tuttuğum da oldu ama o dileklerin hiçbiri tutmadı şimdiye dek. Çok zor elde ettiğim huzurun dışında, onda da güldibinin falan etkisi yok sanırım.

Yıllar geçip Üniversiteli bir öğrenci olduğumda bu ayın en başında , daha ilk gününde öyle bir gündü ki yaşadığım, asla unutamam onu da. Bir kaç yıl sonra aynı gün ve devamında, boğazın bir bodrum katında yaşadığım zamanlarda, öyle kabus günlerdi ki maruz kaldıklarım, eğer hayatımdan bir bölümü makasla kesip çıkarabilsem, o sayısını bile tam bilemediğim kadar günü-haftayı kesip atmak isterdim. Haziran da bundan payını alırdı… O evde bile meğer ne kadar mutlu ve huzurlu olduğumu göstermişti bana yaşadıklarım. Devamındaki yıllarda da Mayıs duraklarında hep örselendim.

Çocukluğumdan beri anneler gününü hiç ama hiç atlamadan yaşadım. Annesi herkes için çok özeldir, en farklı yerdedir, sevdiği-dokunduğu ilk insandır. Benim için de öyleydi. Beni hiç üzmedi annem, hiç dövmedi, hiç bir şeye mecbur etmedi… Koskocaman kızken çay demlemek ve salata yapmak dışında hiç bir şey bilmezdim… “Nasılsa öğrenir” derdi, öğrendim. Yaptığım iyi ya da kötü herşeyde hep yanımda durdu, kimsenin yanında aşağılamadı. Korudu kolladı, “eh annedir …” değil, yaptığım bazı şeyler onu gerçekten zor durumda bırakacak şeylerdi ama o hep toparladı, hep çabaladı. “Göze almak” deyiminin hayata geçirilişiydi annem, benim için tüm hayatını değiştirmeyi bile göze alan bir kadındı, en verimli zamanında çocuğunun çocuğu için yeniden anneliğe soyunan güzel kadındı o, zor iştir. Canım annem… Onunla yaşadığımız öyle çok anı varki, aynı şeye aynı anda gözlerimiz çakışıp bir gülerdik ki, kimseler bilmezdi neye güldüğümüzü… Hiç unutmuyorum bir tatile giderken ben İstanbul’dan o Bursa’ dan birer deniz giysisi almıştık. Görünce ikimiz de şaşırdık, meğer benzer parçalar almıız, aynı desenin farklı renkleriydi. Neyi beğeneceğimi çok iyi bilirdi, bana alıp da beğenmediğim hiç bir şey olmadı. Ömrünün son yıllarında huyu suyu epey bir değişmişti ama nedenlerini bildiğim için sadece üzülüyordum. Konuşamadığı zamanları bile yaşadık son günlerinde ama bana gözleriyle onay verirdi, gülerdi, o günlerde bile… Sıklıkla “Benden sonra artık biraz da kendini düşün, ama ablanı ihmal etme” derdi. “Hayat geçip gidiyor, pişman olursun” …Yaşadığım yıllara şöyle bir baktığımda haklı olduğunu anladım ve dediğini yapıyorum… Dört yıl önceydi Mayısın ilk haftasında bizi terkedip gitti annem. Onu defnettikten bir gün sonrası “anneler günü” idi… O gün bugündür de anneler gününde bir tuhaf olurum… Şimdilik Mayısın yaptıkları bu kadar, devamı olsun istemiyorum. Bu kadarı yetti de arttı bana.

MAYIS… O artık sadece karanfil ayı benim için, uzun zamandır öyle… bazan tek, bazan üç, bazan da onlarca… Karanfil haksızlığa uğramışların, haksız yere toprağa düşenlerin çiçeği, mücadelenin, direnmenin çiçeği… hiç yaptınız mı bilmem, yere atıp çiğneseniz daha daha daha çok kokar. Bazan bir ozanımıza “karanfil kokuyor sigaram” dedirtir. Karanfildir… Ve ben aynı adla bildiğim hani şu ağzımıza atıp çiğnediğimiz karanfili de ondan olur sanıyordum eskiden. Meğer o bir ağaçmış.Gülmeyin. O naif baharat şimdilerde şu meşhur Corona virus sayesinde bağışıklık için herkesin cebinde yerini aldı ama uzun yıllardır benimledir. İyidir, güzeldir, hoş kokar karanfil. Çayımda, tatlımda, sadece çiğnemek için… Portakal reçeline saplamanın dışında kullanmayanlara şaşarım. Aşureye koku olsun diye koyup, sonra da çıkarıp atanlardan olmadım hiç, varsın rengini azıcık karartsın, ne olur ki? Çoğumuzun “kebapçı-balıkçı” ikramı diye küçümsediğimiz o küçücük şifa, tatlımızdan çıkarıp attığımız o güzel tomurcuk, maalesef ağacında çiçek açmasına bile izin vermeden koparıp aldığımız bir talihsiz. Hiç gördünüz mü, nasıl güzel bir çiçektir ağacının dalında? Aslında her çiçek dalında güzel, ister ağaç çiçeği, ister bahçede mevsim çiçeği olsun… Ama insanlar hiç bir şeyin olması gerektiği gibi olmasına izin vermiyor ki herşeyi kendi yararına yaratılmış zannettiği için. Yaşayan ve yaşamayan hiç bir şeye saygımız yok, maalesef.

(Bugün dünyanın en yaşlı karanfil ağacının Endonezya’nın ünlü baharat adası Ternate’deki Afo. 400 yaşında ve 40 metre yüksekliğinde, fakat ne yazık ki sadece gövdesi ve birkaç çıplak dalı bulunuyor.

cengkeh Afo2 tinggal sebatang lagi

Endonezya; karanfil, karanfil ağacının açmamış çiçeklerinden kurutularak elde ediliyor. Ekvatordaki Maluka Adaları, baharatları nedeniyle önce Çinlilerin, Arapların ve Avrupalıların dikkatini çekmiş. Kristof Kolomb da bu baharat adalarını arıyormuş. Bu adalardan Ternate ve yanındaki Tidore uzun süre dünyanın tek karanfil baharatı kaynağı olmuş. Karanfil, buradan İpek Yolu ile Çin’e, Ortadoğu’ya ve Avrupa’ya taşınıyormuş. 1001 Gece Masalları’nın ünlü kaptanı Sinbad’ın da bir baharat tüccarı olarak bu adalara gelmiş olmalı. 17 yüzyılda Hollanda burayı ele geçirmesi kendine ait olmayan tüm ağaçları söküp yakmış,  karanfil ağacı yetiştirenler ise öldürülmüş, hasat da fiyat yükselsin diye düşük tutulmuş, fazlası denize atılmış. Bugünlerde de benzeri şeyleri yaşamıyor değiliz.

18. yüzyılda Pierre Poivre, tohum çalıp Fransa’ya ve Seyşeller’e götürüyor.İngilizler de  sonra Malezya’ya karanfil ekince Hollanda tekeli hükmünü kaybetmiş. 1840’ta Umman Sultanı Seyyid Said, başkenti Zanzibar’a taşımış ve o dönemde çok kıymetli olan karanfili ilk olarak kendi sarayının bahçesine ekmiş. Bugün Zanzibar’ı karanfil ticaretinde bir numara yapan ve binlerce kölenin adaya getirilmesine neden olan süreç de böyle başlamış.1872’de bir kasırga adadaki ağaçların büyük çoğunluğunu yok ederken, karanfil ağaçları hayatta kalmayı başarmış.

Neyse, en azından neredeyse artık, o ağaçlar her yıl çiçek açmak için o tomurcuklarını inatla vermeye devam ediyor, ola ki bazılarını insafa gelip koparmazlar, tabii ki birinin gövdesini kesmemesi de lazım… Onların yaşama şansı var…Ama kesip attığımız çiçeklere ne demeli; belki gönül alır ama ne yazık, son tahlilde toprağın süsü… Mecbur kalmadıkça kesme çiçek satın almam, en son bir canın mezarına karanfil atmıştım yedi tane… Toprakta onları kucaklayacak olan da bir karanfildi zira. Onları çok seven biri.

CLOVERS

Evet, Mayıs dedim, dertleştim. Kimbilir bu mitolojik kraliçe, bu majör tanrıça geçtiğim zaman yolunda, bana yeniden kendini sevdirecek bir de güzel anı sunar, neden olmasın? Ne derler “çıkmadık canda umut var”, hem siz bana bakmayın. Mayıstır, yine de güzeldir…

GÜZELDİR; ÇÜNKÜ BİR ZAFERDİR MAYIS. ÜÇ 19’ LU MAYIS… 19 MAYIS 1919 Bu yüzden umut kesilmez işte Mayıs’tan. Umuttur, candır, DİRENÇTİR, yeniliktir, yeniden doğuştur Mayıs. Tek bu yüzden bile sevmeli Mayıs’ı… bu yüzden okşanır kalbim, sevinçle atar o günde. Yaratanına minnetle…

Mayıstır, son söz yerine; Anneleri olanlara ne mutlu, uzun ömürler, diğerleri nur içinde uyusun. Gelecek olan bayramımız kutlu olsun, başımızdaki virus derdi de hayırlara vesile olarak gitsin… Mayıs güzelliğini yaşayacağımız günlere özlemle… Sanatla avunalım, sarılalım yine ona…

İllâ ki çok yazılmış şiir ve şiirsel var Mayısa dair. Günler önce bir Nazım Hikmet şiiri açığa çıktı ilk kez, ne de güzelmiş. Hepimiz okuduk belki bir yerlerde. Bu ayla ilgili en sevdiğim iki şiir var ki onları paylaşıp bitireyim diyorum. İlki J. PREVERT’ den diğeri de Küçük İSKENDER’in… Hoş kalın, iyi kalın, sağlıcakla canlar…

Jacques Prévert

MAYIS ŞARKISI

“Eşek, kral ve ben

yarın ölmüş olacağız

Eşek açlıktan ölecek

kral can sıkıntısından

ben de aşkımdan öleceğim…

Bir parmak tebeşir

yazar adlarımızı

günlerin yazboz tahtasına

ve kavaklardan esen yel

çağırır bizi

eşek, kral, adam diye…

. . . . . . . . .

Eşek, kral ve ben

yarın ölmüş olacağız

eşek açlıktan ölecek

kral can sıkıntısından

ben de aşkımdan öleceğim…

bir Mayıs sabahında…

Aşk kiraz ağacı

yaşam onun meyvesi

ölüm de çekirdeği…”

-Jacques PREVERT

Çeviri: Kenan SARIALİOĞLU

Küçük İskender

KANLI MASAL

Aklım, haklıyım, et firarını!

ovdun ve okşadın beni

çıktı içimdeki cin;

Ondan ölümümü diledin.

Mayıstı.

Seni o yüzden bağışladım!

Ben en çok Mayısta su içerim

derinim balık kaynar derinim kanımı kaynar.

Ben en çok Mayısta öne eğerim başımı

içimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar.

Avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı

Mayısta öğrenmiştim;

ve teraslarda Bach dinlemek en çok Mayısa yakışırdı

ve kim bilir

Mayıs artık en çok senin tanrılarına yakışır

tiril tiril bembeyaz bir giysiyle

rüzgarda ayakların çıplak

öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak…

………..

………

” – Küçük İSKENDER (1993)

SUNA ÇİFTCİ

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın